Kendimize Gelelim!

Yayın Tarihi: 29/04/25 07:00
okuma süresi: 21 dak.
A- A A+

Değerli okurlar, birkaç haftalık aranın ardından yeniden bu köşede sizlerle buluşmanın mutluluğunu yaşıyorum. Ülke gündemini adeta esir alan başörtüsü meselesine ilişkin kaleme aldığım son yazıyı, gelişen son dakika olayları nedeniyle Pandora yerine farklı bir mecrada yayımlamaya karar verdim. Bu sebeple buradaki ara biraz uzamış oldu. Ancak söz konusu yazıya ve diğer makalelerime kişisel web sitem üzerinden erişebileceğinizi de tekraren bilginize sunmak isterim: https://kaancenkadasoy.com/ozgurluk/.

Açıkçası, son haftalarda gündemi takip edenlerin büyük bir olasılıkla hayretler içerisinde kaldığını söylemek yanlış olmaz. Bir yandan başörtüsü meselesi üzerinden ortalık ayağa kaldırılırken, diğer yandan gerek üç Türk devletinin Güney'de attığı adımlar, gerekse Güney'den özellikle Paskalya döneminde gelen açıklamalar, hem basında hem de halk arasında tam anlamıyla bir bilgi kaosuna yol açmıştır. Bu nedenle, bu haftaki yazı söz konusu gelişmeleri merkeze alarak şekillendi.

Türk Devletlerinin Güney Kıbrıs’a Büyükelçi Atamaları

Yazıya, Özbekistan'ın (Aralık), Kazakistan'ın (Şubat) ve Türkmenistan'ın (Mart ayında) Avrupa Birliği-Orta Asya Zirvesi öncesinde ve zirve kapsamında imzalanan anlaşmalar ile yaklaşık 12 milyar avro değerindeki yatırımlar çerçevesinde Güney'e büyükelçi atamalarıyla başlayalım.

Bilindiği üzere, Orta Asya'daki Türk devletleri Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bağımsızlıklarını ilan etmiş ve Güney Kıbrıs tarafından da tanınmışlardır. Bu tanımanın ardından, Orta Asya Türk devletleri 1990'lı yıllardan itibaren birçok ülkeyle olduğu gibi Güney Kıbrıs ile de diplomatik ilişkiler kurmaya başlamıştır.

Dolayısıyla, sanıldığı gibi bu Türk devletleri Güney'deki yönetimi yeni tanımış değildir; bu adım, zaten uzun süredir var olan bir ilişkiyi yatırım ve ülke çıkarları doğrultusunda yalnızca daha görünür ve resmî bir hale getirmiştir. Bu nedenle meseleyi, Türkiye bağlamından ve KKTC gerçeğinden bağımsız olarak değerlendirmek gerekir.

Peki, bu durum yine de üzücü müdür? Cephelerin kızıştığı ve Batı'nın bu durumu kendi lehine kullanmak istediği mevcut koşullarda, elbette. Zira kamuoyunda cereyan eden tartışmalar, ilerleyen satırlarda detaylandıracağımız üzere, aslında Avrupa Birliği tarafından arzulanan bir sonucun ürünü niteliğindedir. 

Türkiye'nin Tavrı ve Diplomatik Dengeler

Bu devletlerin aldığı karara yönelik rahatsızlık, Türkiye tarafından şimdilik kulis arkasında ilgili makamlara diplomatik kanallarla iletilmiştir. Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, geçen hafta düzenlediği bir basın toplantısında, bir gazetecinin sorusu üzerine bu durumu bir "aile meselesi“ olarak gördüklerini, Brüksel'in ısrarla istediği gibi kamuoyu önünde tartışmaya açmayacaklarını açıkça ifade etmiştir. Fidan, böylece hem net bir mesaj vermiş hem de Batı'ya ince bir diplomatik uyarı göndermiştir.

Esasen alınan bu karar, dikkatlice değerlendirildiğinde, KKTC'nin ileride tanınmasının önünde bir engel oluşturmamaktadır. Zaten Ada'da hedeflenen çözüm modeli iki devletli yapıdır ve bu model uluslararası camiada kabul gördüğünde, Türkiye de diğer Türk devletleri gibi bir gün Güney Kıbrıs'ı devlet olarak tanıyacaktır. Nitekim Güney'deki yönetim, dünya genelinde halihazırda meşru bir devlet olarak kabul edilmektedir. Ancak burada asıl mesele, KKTC'nin tanınmasıdır.

Bu bağlamda Cumhurbaşkanı Ersin Tatar'ın son haftalarda Türk devletlerine yaptıgı çağrı çok anlamlıdır ve bazı çevrelerce iddia edildiği gibi kesinlikle afaki değildir: Türk devletleri, Güney'de attıkları diplomatik adımların yanında, KKTC'de de bir elçilik ya da en azından şimdilik bir temsilcilik ofisi açarak denge sağlayabilirler. Üstelik, Semerkant Zirvesi'nde kabul edilen çerçeve anlaşmalar dikkate alındığında, böyle bir adımın önünde herhangi bir hukuki engel bulunmamaktadır.

Azerbaycan'ın Rolü ve Olası Açılımlar

Bu bağlamda, Rusya-Ukrayna savaşı ve cephelerin sertleşmesi nedeniyle Avrupa Birliği ile son dönemde oldukça iyi ilişkiler kuran Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in, her zaman KKTC lehine verdiği destek mesajlarını da hatırlamak gerekir. Azerbaycan'ın, yaklaşık bir yıl önce kulislerde konuşulmaya başlanan KKTC'de bir elçilik açma planı hâlâ gündemdeki yerini korumaktadır. Aliyev ayrıca, ülkesinin KKTC'yi er ya da geç tanıyacağını her fırsatta açık bir şekilde dile getirmektedir. Belki de Azerbaycan'ın böyle bir adımı ilk olarak atması, diğer Türk devletlerinin çekimserliklerini aşarak daha cesur adımlar atmalarına vesile olacaktır. 

Bunların yanı sıra unutulmamalıdır ki, Türkiye'nin müttefik ve stratejik ortak olarak kabul ettiği birçok ülke geçmişte hem uluslararası dijital platformlarında Kıbrıslı Türklere destek vermiş, hem de KKTC'nin tanınmasına — şimdilik sözlü düzeyde de olsa — açık bir şekilde destek sunduklarını ifade etmiştir. Bu duruma en güncel örnek, geçtiğimiz hafta Ankara'yı ziyaret eden Pakistan Başbakanı Şahbaz Şerif'in destek açıklamalarında görülmüştür. Daha önce de birçok farklı ülke lideri benzer destek mesajlarını kamuoyuna yansıtmıştı.

Türk Devletleri Teşkilatı ve KKTC

Dolayısıyla, gerek sosyal medyada gerekse konvansiyonel medyada dolaşan bilgi kirliliğine rağmen, KKTC'nin konumu ve uluslararası tanınma bilinci açısından kaybedilmiş hiçbir şey yoktur. Nitekim, söz konusu Türk devletlerin de üyesi olduğu Türk Devletleri Teşkilatı (TDT), KKTC'yi daha önce gözlemci üye olarak kabul etmiş, ardından 6 Kasım 2024 tarihinde Bişkek'te düzenlenen 11. TDT Zirvesi'nde de, teşkilat bünyesinde kurulan Sivil Korunma Mekanizması'na tam üye olarak dahil etmiştir. Bu gelişme, KKTC'nin TDT içerisindeki etkinliğini artıran son derece önemli bir adım olarak değerlendirilmektedir. 

Ayrıca Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, KKTC'nin TDT'ye tam üyeliğinin hedeflendiğini her fırsatta vurgulamakta olup, bu konunun Mayıs ayında yapılacak zirvede de gündeme gelmesi beklenmektedir. Öte yandan, TDT Aksakallar Konseyi'nin 17. toplantısını KKTC'de düzenleme kararı alması, kamuoyundaki spekülasyonlara verilmiş en net yanıtlardan biri niteliğindedir. 

Avrupa Birliği'nin Maskesi Düşüyor: İkiyüzlülüğün Anatomisi

Fakat son haftalarda yaşanan gelişmeler, bazı gerçekleri yeniden gün yüzüne çıkarmış ve hâlâ durumu kavrayamayanlara açıklayıcı bir fırsat sunmuştur. Avrupa Birliği'nin Türk devletleriyle yaptığı anlaşmanın, yaşanan tartışmalardan da görülebileceği üzere, aynı zamanda TDT'yi zayıflatmayı amaçlayan bir girişim olduğu ortaya çıkmıştır. Ülkemizde bazı çevrelerde iddia edilenin aksine, TDT'nin sahip olduğu yüksek potansiyel Batı tarafından erken fark edilmiş ve bu durum Brüksel cephesinde ciddi bir rahatsızlığa yol açmıştır. Buradan açıkça anlaşılmaktadır ki Avrupa Birliği, ne Türkiye'ye ne de KKTC'ye karşı hiçbir zaman samimi bir tutum içerisinde olmamıştır. Zaman zaman dile getirilen övgüler ise çoğunlukla sözde kalmış; pratikte ise hiçbir somut adımla desteklenmemiştir. 

Örneğin, savaş halinde olan, yolsuzluğun yaygınlaştığı ve tıpkı 2004 yılında Güney Kıbrıs'ın Avrupa Birliği'ne kabulü sürecinde Kopenhag Kriterleri'ni hiçe sayarak kendi hukukunu çiğnediği gibi, bugün de toprak bütünlüğünü sağlayamayan Ukrayna'yı üyeliğe almak isteyen Brüksel, aynı ilkeleri yine göz ardı etmektedir. Buna karşın, yarım asırdan fazla bir süredir kapısında bekleyen Türkiye’yi hâlâ üyeliğe kabul etmemiş; 2016 yılında mülteci geri kabul anlaşması karşılığında vaat ettiği vize serbestisini ise bugüne dek uygulamaya koymamıştır. Üstelik bugün dahi Türkiye’ye olan ihtiyaçları açıkça ortadayken, Ankara'ya yönelik samimi bir adım atmaktan imtina etmektedirler. Bunun adı açıkça çifte standarttır. Üstelik bu çifte standardın gerekçesi, geçmişte bir Fransız Dışişleri Bakanı tarafından Türkiye Cumhurbaşkanı’na da açıkça ifade edilmiştir:"Siz Müslümansınız, sizi Avrupa Birliği'ne almazlar.“

Yine bu nedenle Avrupa Birliği çevreleri, Türkiye'de askeri tersaneler gibi stratejik projeleri durdurmak amacıyla, gerek sivil toplum kuruluşları gerekse medya organları üzerinden baskı oluşturmuş ve ülkeyi adeta bir mozaik gibi bölmek için "Türkiyeli" kavramını öne sürmüşlerdir. Oysa bugün, sömürge geçmişleri nedeniyle nüfusları son derece karmaşık olan Fransa'da kimse bir Fransız'a "Fransalı", bir Alman'a "Almanyalı" dememektedir. Bu tür boş söylemler karşısında, son dönemde yapılan kamuoyu araştırmaları Türkiye halkının artık Avrupa Birliği üyeliğine eskisi kadar sıcak bakmadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır.  

Avrupa Birliği'nin ayrımcı tutumu bununla da sınırlı kalmamıştır. Brüksel, Kıbrıslı Türklere bugüne kadar verdiği hiçbir sözü de yerine getirmemiştir. Zaman zaman, Türkiye’ye yakınlaşma çabaları kapsamında Kıbrıslı Türklerin geçmişte yaşadığı trajedilere değinen Avrupa Birliği yetkilileri, iş somut adımlar atmaya geldiğinde ise adeta üç maymunu oynamış ve Kuzey Kıbrıs'ı, Avrupa Konseyi ile Atina Yüksek Mahkemesi gibi kurumların kararlarına rağmen hâlâ "işgal edilmiş toprak" olarak nitelendirmektedir.    

Oysa 2004 yılında, Kıbrıslı Türkler, gelecekte doğabilecek tüm belirsizliklere rağmen Annan Planı’na evet diyerek çözüm iradesini açıkça ortaya koymuşlardı. Avrupa Birliği ise bunun karşılığında, birliğe tam üyelik, birçok projenin hayata geçirileceği ve bölgeye ciddi miktarda kaynak aktarılacağı vaadinde bulunmuştu. Peki sonuç ne oldu? Kıbrıslı Türkler verdikleri sözü tutmalarına rağmen, Avrupa Birliği kanadından hiçbir somut adım atılmadı. Yani değişen hiçbir şey olmadı; yalnızca verilen sözler havada kaldı.

Peki, tüm bu gerçekler ortadayken Türk halkı Avrupa Birliği'ne nasıl güvenebilir? Avrupa Birliği'nin ısrarla federal çözüm modelini dayatması ve Türk devletleriyle yaptığı anlaşmalar aracılığıyla bu ülkelerden de benzer bir destek beklemesi, asıl hedefin Kıbrıslı Türkleri zamanla yok etmek olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İşin en acı tarafı ise, ülkemizde bazı siyasetçilerin, gerek Avrupa Birliği Komisyonu'nun gerekse bu birliğin lokomotif ülkelerinin kapılarını aşındırarak, KKTC aleyhine ve Türkiye karşıtı söylemler geliştirip kendi devletlerini acıkça karalamalarıdır. Bu tabloyu tarif etmek için en hafif ifadeyle "yazıklar olsun" demekten başka bir söz bulunmamaktadır.

Avrupa Birliği'nin ayrımcılığı yalnızca devletler düzeyiyle de sınırlı değildir. Tatil yapmak, çalışmak veya yaşamak amacıyla Avrupa'ya giden bireyler de, günlük hayatlarında bu ayrımcılığı doğrudan deneyimleyebilirler. Ne yazık ki, Avrupa’da Türk kimliğine karşı ciddi bir alerji olduğu açıkça gözlemlenmektedir; bu ne bir varsayımdır, ne de bir komplo teorisidir. Bizzat kendi tecrübelerimle de bunu yaşadım; ayrıca Avrupa'daki diplomatlarımız, öğrencilerimiz ve kanaat önderlerimizle yaptığımız görüşmelerde onlar da bu durumu açık bir şekilde teyit etmişlerdi.

Tüm bunlar ortadayken, yeniden Avrupa Birliği'nin Orta Asya'ya yönelik hamlesine dönecek olursak, Türkiye'deki bazı muhalif çevrelerin ve KKTC'deki kimi medya organlarının, özellikle Kıbrıs meselesi üzerinden "TDT çöktü" ve "İki devletli çözüm hayal oldu" gibi söylemleri sevinçle öne sürmelerine de birkaç sözümüz olacak. Diyelim ki, objektif bir analiz yapmıyor; siyasi görüşünüz ve ideolojiniz doğrultusunda Semerkant Zirvesi bağlamındaki gelişmeleri kendi bakış açınızdan olumlu değerlendiriyor ve yorumlarınızı buna göre şekillendiriyorsunuz. Peki, strateji okumayı da mı bilmiyorsunuz? Yoksa bu söylemleriniz de bir stratejinin parçası mı? 

Türkiye Coğrafyanın Anahtarı

Farz edelim ki, ortak tarihî geçmişimizi ve genetik bağlarımızı yok sayarak "Türk devletleri KKTC'yi sattı" gibi bir senaryoyu kabul ediyoruz. Peki, bu durumda Türk devletleri ve Avrupa Birliği hedeflerine ulaşabilir mi? Elbette hayır. Çünkü günün sonunda her iki taraf da Türkiye'ye muhtaçtır. 

Brüksel’in Orta Asya’ya yönelik yatırımları yalnızca ekonomik çıkarlar ve TDT’ye karşı bir hamle amacı taşımamakta; aynı zamanda Rusya ve Çin’e karşı bir denge unsuru oluşturmak ve özellikle artan enerji talebini karşılamak için yapılmaktadır. Batı kamuoyu ve Avrupa Birliği tarafından adeta şeytanlaştırılan Rusya ise, mevcut koşullarda ne lojistikte, ne ticarette, ne de enerjide güvenilir bir transit ülke olabilmektedir. Bu durum, Türkiye'nin coğrafi olarak birçok alanda vazgeçilmez bir konumda olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye, iki tarafı birbirine bağlayan, bölgenin kilit ülkesidir.

Dolayısıyla, Ankara'nın rızası ve aktif katılımı olmadan bölgede, özellikle de Kıbrıs meselesinde hiçbir oldu-bitti gelişemez. Nitekim önümüzdeki günlerde açılması planlanan Metehan'daki yeni devlet yerleşkesi de, Türkiye'nin bölgedeki etkin rolünü ve Kıbrıs meselesinde kararlılığını bir kez daha gözler önüne sermektedir. 

Avrupa Birliği'nin İçten Çürüyen Yapısı

Tüm bunlara ek olarak, Avrupa Birliği'nin dışa karşı aslan gibi kükrediğine aldanmamak gerekir. ABD ile yolları ayrıldığında, Avrupa Birliği'nin gerçekte kâğıttan bir aslan olduğu bir kez daha tüm dünyaya açıkça gösterilmiştir. Zaten uzun süredir, Avrupa ülkelerinden birçok diplomat yurtdışı ziyaretlerinde protokolsüz karşılanmakta, bu da Avrupa Birliği'nin uluslararası itibarı ciddi şekilde zedelenmiş olduğunu göstermektedir. Örneğin bunun yanında Fransa, Afrika ülkeleri tarafından giderek daha fazla dışlanmakta ve bölgedeki etkisini kaybetmektedir.

Tüm dünyaya demokrasi dersi vermeye çalışanlar, hem dış politikada adil davranmadıkları hem de geçmişte dünya halklarını sömürmüş oldukları için artık inandırıcılıklarını büyük ölçüde yitirmişlerdir. Dahası, Avrupa Birliği'nin kendi iç yapısının da gerçekten demokratik bir işleyişten uzak olduğu her geçen gün iç kargaşalarında daha fazla ifşa olmaktadır.

Dahası, bugün Avrupa Birliği'nin ne ortak bir dış politika vizyonu, ne ortak bir ordusu, ne de tam anlamıyla işleyen bir savunma sistemi ve modern krizlere karşı etkili bir dayanıklılığı vardır. Yani özetle, bu yapı kendini bile organize etmekten aciz bir durumdadır. Bu nedenle, Türk devletleriyle ilgili gelişmelere gereğinden fazla anlam yüklememek gerekir. Kaldı ki, özellikle Türkiye ve Kıbrıslı Türklere karşı Avrupa Birliği'nin attığı birçok adım, Yunanistan-Rum ikilisinin girişimleri sonucunda şekillenmiş, Brüksel bunlar yüzünden yalnızca yakın tarihimize ve yanıbaşımızdaki denizlerde saha paylaşımı gerginliklerine bakıldığında bile kolayca anlaşılabileceği üzere, uluslararası hukuku ihlal etmeye ve kendi kurucu anlaşmalarının ruhuna aykırı davranmaya sürüklenmiştir.

Sözde "medeniyetin beşiği" olarak anılan Yunan-Rum ikilisi, Avrupa Birliği'nin lokomotif ülkesi Almanya'nın eski Cumhurbaşkanlarından Karl Carstens'in 1980’lerde, bir diğer Alman Cumhurbaşkanı Christian Wulff'un ise 2010’lu yıllarda ifade ettiği gibi, son yıllarda ne yazık ki iyice "Avrupa'nın şımarık çocuğu" haline gelmiştir. 

Güneyin Gerçek Yüzü

Sicili kabarık ve neredeyse her hafta yeni bir gaf veya skandal açıklamaya imza atan Rum tarafına gelince; yalnızca Paskalya döneminde verilen mesajlara bakıldığında bile, bu zihniyetle herhangi bir birleşmenin asla mümkün olamayacağı açıkça anlaşılmaktadır. Öyle ki, Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu Yeorgios, "Yunanistan, Güney Kıbrıs ve tüm Helenizm'in Türkleri kovmak ve vatanı kurtarmak için ortak mücadele etmesi" çağrısında bulunmuştur. Öte yandan, Güney lideri Nikos Hristodulidis, Cenevre görüşmesinin üzerinden henüz bir ay geçmişken Paskalya mesajında, "İşgal duvarını yıkmaya yönelik stratejimizin meyve vermeye başladığını" ifade etmiştir. Üstelik bununla da kalınmamış; Güney Kıbrıs'ta EOKA benzeri yeni silahlı oluşumların ortaya çıktığına dair ciddi bulgular gündeme gelmiş, buna rağmen Rum hükümeti sessizliğini korumuştur.

Tüm bu gelişmelere rağmen hâlâ, Rum tarafının bu tutumunu basit bir "densizlik" olarak niteleyip, Türkiye'yi bu topraklarda "işgalci" ilan ederek "ülkeden çekip gitmesini" isteyen ve Güney ile birleşmeyi savunan küçük bir azınlık gruba söylenecek artık hiçbir söz kalmamıştır. Bu durum artık sosyoloji ve psikoloji biliminin konusu haline gelmiştir; çünkü burada ne rasyonel bir açıklama yapılabilir ne de siyaset bilimi çerçevesinde izah edilebilecek bir tutarlılık bulunabilir. 

İster mecliste var güçleriyle bağırsınlar, ister sokakları ateşe versinler; sonuç değişmeyecektir. Tıpkı, kritik konularda uluslararası toplantılara davet edilmeyen Yunanistan ve Güney Kıbrıs örneklerinde olduğu gibi, bu zihniyet sahipleri de zamanla etkilerini daha da yitirerek tarihin tozlu sayfalarına karışacaklardır. 

Serdar Denktaş’ın Sözleri Üzerine

Yazıyı bitirmeden önce bir konuya daha değinmek isterim: Deneyimli siyasetçi Serdar Denktaş’ın yeniden aktif siyasete döneceğini kamuoyuyla birlikte bizler de öğrendik. Kendisine hayırlı olsun dileklerimizi iletiyoruz. Ancak Sayın Denktaş’ın son haftalarda prim kazanmak amacıyla Türkiye'ye yönelik söz düellosuna girmesi, inanıyorum ki hem Kıbrıs Türk halkını hem de Türkiye ile kader birliği yaptığını vurgulayan merhum Rauf Denktaş’ın mirasına sahip çıkan herkesi derinden üzmüştür. 

Sayın Denktaş’ın "Kıbrıslıların Kıbrıs'tan gidecek başka yeri yok" şeklindeki son açıklamasına gelince. Sayın Denktaş, zaten Kıbrıslı Türklerin başka bir yere gitmemesi için Türkiye bu Ada’dadır. Eğer burada bir düşman aranacaksa, bunun cevabı yukarıda detaylı şekilde açıklandığı üzere bellidir. 

Ayrıca her şeyden öte, Türkiye tarihten bu yana Kıbrıslı Türklerin öz vatanı olmuştur. Bu yüzden günümüzde de Tuğrul Türkeş ve Alp Denktaş gibi birçok değerli şahsiyet, sadece KKTC için değil, aynı zamanda Türkiye için de yılmadan çalışmalarını sürdürmektedir.

Bu nedenle, son açıklamalarınız ne yazık ki talihsiz olmuştur. Ülke genelinde bakıldığında ise, bazı beyanların ve propagandaların son haftalarda iyice pervasızlaştığı açıkça görülmektedir. Kimi çevreler sağduyu ve gerçeklikten tamamen kopmuş durumdadır. Ancak artık yeter! Beyler, tüm bu safsatayı bir kenara bırakıp artık kendimize gelelim! Bu ülkenin, böylesine gereksiz tartışmalarla daha fazla kaybedecek vakti yoktur. Ülkenin önünde çözülmeyi ve projelendirmeyi bekleyen birçok sorun durmaktadır.

Ve inanıyorum ki bu halk, her şeye rağmen, tarihten aldığı güç, geçmişten gelen kardeşlik bağları ve ortak hedefler doğrultusunda, Ankara ile birlikte kararlılıkla yoluna devam edecektir. Bugün her zamankinden daha fazla birliğe, beraberliğe ve aklıselime ihtiyacımız vardır. Bu hafta ülkemizde düzenlenecek olan "TEKNOFEST KKTC" de, bu birlik ve dayanışma ruhunun yeniden pekişmesi için güzel bir vesile olacaktır.

Bu duygu ve düşüncelerle, geçtiğimiz hafta İstanbul’da meydana gelen depremi yaşayan herkese geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

*****

"İki yüzlülük, kötülüğün fazilete duyduğu saygıdır."

— François de La Rochefoucauld

#mesajınızvar
Levent ÖZADAM'dan
#mesajınızvar
Levent Kutay
Levent KUTAY'dan
#gozdenkacmadi

Yorumlar

Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.

Diğer Kaan Cenk ADASOY yazıları