Bir söyleşinin bana düşündürdükleri...
Geçen akşam Kızılbaş kilisesinde düzenlenen Işık Kitapevi’nin 35.yılını kutladığı kitap fuarına gittim. Önemli bir etkinlik vardı, konu da Kıbrıs sorunuydu. Bütün gün bu işlerle ilgilendiğim yetmiyormuş gibi bir de akşamı bu konuyla yedik ama iyi oldu.
“Müzakere masasında çıkmaz nerede?” başlıklı söyleşiye geçmeden yakın tarihimizin en başarılı etkinliklerinden birisi için maalesef küçük bir eleştirim olacak. Yıllardır süren bu etkinliklerin en önemli sorunlarından bir tanesi ses, bir diğeri de acayip soru sorma şeklidir. Ses düzeni ve mikrofon meselesi çok rahat çözülür. Çağırın bu işten anlayan birisini, size sesin hasını versin. Soru sormak için ise kalkıp ilkokul çocuğu gibi masanın önüne yürümek ise hiç hoş değil. Kablosuz bir mikrofon ayarlamak ne kadar zor olabilir ki? Lütfen, rica ediyorum, bu konuda tek eleştiri yapan da ben değilim, bu yüzden ne olur dikkate alın...
Bunları bırakıp, önceki akşamki etkinliğe gelecek olursam. Çok değerli dört katılımcı vardı: Ergün Olgun, Prof. Dr. Kudret Özersay, Asım Akansoy ve Prof. Dr. Ahmet Sözen.
Ergün Hocamı uzun zaman sonra ilk kez gördüm. İlerlemiş yaşına rağmen gayet sağlıklı duruyordu. Her zaman olduğu gibi son derece centilmen, son derece nazik bir konuşma yaptı. Arada iki lafın belini de büktük. Tabii Kıbrıs sorunu konusunda fikirlerimiz pek uyuşmuyor ama yine de söyleşiye renk kattığını, aslında çok katı bir tutumda olmadığını da gözlemledim. Sonuçta Denktaş döneminden beri bu işlerin içinde yoğrulan bir kişiden bahsediyoruz.
Bir diğer hocam Ahmet Sözen de konuşmasında Kıbrıs sorununun dış etkenlerin hareketiyle birlikte, değişimler gösterdiğini anlatarak, üç katmanlı bir siyasi analiz yaptı. Ahmet Hocam özetle, lokalde bizim konuştuğumuz, arzuladığımız çözüm modellerinin, uluslararası bağlamda başka türlü düşünüldüğünü, bölge ve dünya genelindeki siyasi gelişmelerin lokalde konuşulan perpektiften farklı olduğunu anlattı. Çözümle ilgili çok fazla bir umudu olmadığını da anlatan hoca, yine de Rusya-Ukrayna savaşının bir fırsat penceresi açtığını söyledi. Hatta bunu söylerken, yıllarını barış inşası çalışmalarına veren bir kişi olarak savaştan fırsat doğmasından hicap duyduğunu da söyledi ki ona katılmamam mümkün değil.
Bana göre söyleşinin en kritik konuşmasını ise Kudret Özersay yaptı. Dün yazdığım makalenin ruhuna çok yakın bir konuşma yapan ve bir takım iddialar sıralayan hoca, söyleşinin konu başlığına da katılmadığını, sorunun müzakere masasında değil, onun dışında olduğunu kendi iddialarını ortaya koyarak anlattı.
Yine Kudret Hoca özetle, şu anda içinde bulunduğumuz statükonun artık sürdürülemez olduğunu, bu kıyafetin dar geldiğini ve yaşanan sürecin bir değişim süreci olduğunu anlattı. Bunu da bir takım savlarla destekleyen hoca, yeni bir ayarlamaya gitmekte olduğumuzu, kısa sürede bunun adımlarını göreceğimizi de anlattı. Ayağa kalkarak konuşan hocanın anlattıklarına bakılırsa, bir nevi ara anlaşma (benim ifadem, onun değil) ya da bir takım karşılıklı iş birliği adımları beklenebilir. Yine gündeme onun getirdiği İsrail-Lübnan, İsrail-Katar ve İsrail-Ürdün arasında yapılan ‘İbrahim anlaşmaları’ modeline de atıfta bulunan hoca, bu türden bir modülasyonun olası olduğunu anlattı ki BM’nin son icat ettiği ‘UN Envoy’ tarzı yeni bir arabulucu tarzıyla buna ben de katılıyorum. Kendisiyle ayaküstü yaptığımız sohbette de dünkü makaleme konu ettiğim, Alitiha’nın bir önceki günkü iddiası olan ‘ABD, yetkisi belirsiz olan bir BM temsilcisini atamayı teklif edecek’ haberini konuştuğumuzda, bu şüphede ortaklaştığımızı da gördüm. Doğrusunu söylemek gerekirse, Doğu Akdeniz’de tabiri-caizse çizmelerini giyerek sürece dahil olan ABD’nin, en büyük hedefinin adadaki Rus etkisini kırmak olduğu noktasında da hemfikir olduğumu belirtmek isterim. Bakalım haklı çıkacak mıyız diye bekleşiyoruz. Sonuç olarak hocanın konuları engin bilgisiyle iyi toparladığını ve izleyiciye aktardığını söylemem gerekir.
Son olarak değineceğim kişi ise CTP Genel Sekreteri Asım Akansoy’dur. Akansoy’u federal çözüm konusunda parti içinde en çok çaba gösteren, en fazla bu konuyu dile getiren ve buna inanan bir kaç kişiden birisi olarak görüyorum. Söyleşideki performansı da samimiydi ancak bir takım noktalarda kendisini eleştirmeden edemeyeceğim. Umarım bana darılmaz.
Şimdi Asım Bey, konuşmasında bir defadan fazla olmak üzere, Akıncı-Guterres-Anastasiadis arasında gerçekleştirilen 25 Kasım 2019 Berlin mutabakatına atıfta bulunarak bunu önemli bir olay olarak anlattı. Doğrudur, bizzat orada olan ve zirveyi takip eden birisi olarak bence de çok önemliydi. Ancak mensubu olduğu partinin aynı günlerde o mutabakata imza koyan Mustafa Akıncı’ya destek olduğunu hiç göremedik. Hatta daha pandemi patlamadığı için o tarihten 6 ay sonra Nisan 2020’de yapılacak seçimlerde Akıncı’nın karşısına aday olarak Tufan Erhürman’ı çıkarmak üzere olan partisinin bir çok taraftarının, Berlin zirvesini ‘yemeye içmeye gittiler’ diye eleştirdiğini görmüştük. O günlerin moda jargonu olan ‘Akıncı, Türkiye ile kavga ediyor, dik durmak ne demek, kucaklayıcı olalım’ popülizmi ile yoğrulan partisi ve kitlesini de hiç unutmadık. Asım bey, inanıyorum ki o gün de bugün de Berlin zirvesini önemli buluyordu ama maalesef seçim kaygısı, en önemli amacımız olan federasyona ulaşma yolunda en sürükleyici figür olan ve CTP’nin en kadim rakibi olan Akıncı-TKP-TDP geleneğinin, Kıbrıs sorununu çözen olma korkusuna yenik düştüğünü söylemem gerekir. Hiç kuşku yok ki CTP’nin o seçimlerde aday çıkarma hakkı etik olarak vardı. Ancak içinde bulunulan duruma, gelinen noktaya bakıldığında hiç yoktu, Erhürman’ın adaylığının maalesef Ersin Tatar’a seçim kazandırma yolunda önemli bir avantaj olduğunu aradan geçen ve yaşanılan onca garabet durumdan sonra söyleme hakkım olduğunu düşünüyorum. Açıkçası o süreçte şahsen de fikrimi muhataplarıma ifade etme şansını yakaladığımı ve burada yazdıklarımdan bir gram farklı bir şey söylemediğimi de aktarmak isterim. Keşke, ama keşke böyle bir yola girilmeseydi.
Asım Akansoy’a ikinci eleştirim ise yine söyleşi sırasında birden çok kez ifade ettiği ‘biz ne istiyoruz, onu söylemeliyiz’ minvalindeki laflardır. Eğer seçim sandığı konuşacaksak ve 2020 Ekim seçimlerinde çıkan sonucu ‘legal’ kabul edeceksek, o zaman Tatar’ın aldığı oy, halkın ne istediğini ortaya çıkarır. Asım Bey’in ‘bizi’ buysa, vah halimize demekten başka çare yok çünkü sandık böyle diyor. Ha eğer o seçimde yaşanan pervasız müdahaleyi konuşacaksak, zaten sıkıntılı olan demokrasimizi iyice paspasa çeviren o sürece bakacak olursak, bu defa da seçim sonucu niye kabul ettik demek gerekmektedir. Burada Mustafa Akıncı’nın da bana göre sonucu kabul ederek hata ettiğini söylemek gerekir ve ona destek vermeyip yalnızlaştıran, ya da kendi geleceğinin kaygısına düşen CTP’yi de eleştirmek gayet doğru bir davranış olur. Kimse kusura bakmasın ama ‘sin da gülle geçsin’ dedikten sonra o güllenin üzerimize düştüğünü aradan geçen 3 yılda anlamayan birisi kaldıysa, ben da bir şey bilmiyorum.
Nihayetinde güzel bir söyleşi oldu, katılımcıları ve Işık Kitapevini canı gönülden kutluyorum. İyi ki varsınız!
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.