11 Şubat’ın anısına…
Kıbrıs müzakere tarihin en kritik ve son 10 yılda imza edilmiş en önemli belgesi olan “11 Şubat” belgesinin üzerinden tam 10 yıl geçti.
Dönemin liderleri Derviş Eroğlu ve Nikos Anastasiadis tarafından uzlaşılan 8 maddelik ve toplam iki sayfa olan belgenin imza edilmesinin ardından geldiğimiz nokta umutsuzluk, tükenmişlik ve kalıcı bölünmenin eşiğine gelmek oldu. Tabii tükenmişlik ifadesini Kıbrıslı Türkler için kullanıyorum.
Bu makaleye sığamayacak kadar uzun olan belge, özetle şöyle diyordu:
-Varılacak olan çözüm BM Güvenlik Konseyi kararlarında belirtilen iki toplumlu, iki bölgeli, tarafların siyasi eşitliğini içeren bir federasyona dayanacak,
-Buna göre, BM ve Avrupa Birliği üyesi olacak birleşik Kıbrıs'ın tek uluslararası kimliği ve tek egemenliği olacak. Egemenlik, Kıbrıslı Rumlar ve Kıbrıslı Türklerden eşit bir şekilde kaynaklanacak,
-Federal yasalar tarafından düzenlenecek tek bir birleşik Kıbrıs vatandaşlığı olacak,
-Birleşik Kıbrıs'ın tüm vatandaşları, hem Kıbrıs Rum kurucu devletinin, hem de Kıbrıs Türk kurucu devletinin vatandaşı olacak, federal hükümetin yetkileri anayasa tarafından belirlenecek,
-Birleşik Kıbrıs, her iki tarafta eş zamanlı ve ayrı ayrı düzenlenecek referandumdan sonra ortaya çıkacak.
Belgeye tabiri caizse zorla imza atan Kıbrıslı Türk lider Derviş Eroğlu hayatı boyunca ‘çözümsüzlük çözümdür’ felsefesiyle hareket etti. Bu belgenin imza edilmesinden sonra da öyle hareket ettiği zaten tarihe mal olmuş bir durumdur. Türkiye elbette bu durumu biliyordu ve onlar da buna göre vaziyet aldı. Belgenin imza edildiği o kritik günlerde Türkiye’nin dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu vasıtasıyla aktif olarak devreye girmesi hafızalardaki yerini korumaktadır.
Bu yüzden de Eroğlu, 2015 seçimlerini, bu belgeye uygun hareket edecek bir lider olan Mustafa Akıncı’ya kaybetti.
Yanlış anlaşılmasın, Akıncı seçimi Türkiye sayesinde kazandı demeye çalışmıyorum. Ama o dönem Türkiye’nin ulvi çıkarları federasyonu görüşecek bir lider istediğinden seçim şartları ona göre gelişti.
Hatırlayınız, o seçimde federasyonun en güçlü savunucusu olan parti CTP’nin adayı Kıbrıs sorunu konusunda tecrübe sahibi olmayan Sibel Siber’di. Bir diğer adaysa federasyon modeline karşı pek sıcak olmayan Kudret Özersay. Bu dizayn, Türkiye için en uygun seçenek olarak Akıncı’yı doğal olarak ön plana çıkardı.
Nitekim Akıncı da belgeye yakışan bir tutumla, süreci sürükleyen ve muhatabı Anastasiadis’in kat be kat önünde giden bir lider oldu.
2015 yılında başlayan ve 7 Temmuz 2017 sabahı İsviçre’nin mutlu bir kasabası olan Crans Montana’da son bulan o sürecin sonunda kaybeden yine Kıbrıslı Türkler oldu.
2017 öncesi hamasi nutukların en önemli muhteviyatlarından bir tanesi, Kıbrıslı Türklerin çözüme evet, Rumlarınsa hayır dediği Annan Planı referandumuydu.
İşte bu söylem Crans Montana sonrası ikiye katlandı. Artık sazı eline alan her hamaset cephesi neferi “Rumlar hem Annan planı hem de Crans Montana’da çözüme hayır dedi, bizi istemiyorlar, biz yolumuza gidelim” şeklinde konuşacaktı. Haliyle şu an gündemde olan ve adına post modern bir tavırla ‘eşit egemenlik, iki devletlilik’ denilen Taksim siyasetinin tekrardan çıkış noktası Crans Montana’daki çöküştür.
Bana sorarsanız Crans Montana, sonunda bir referandum olmasa da, çözüme en yakın olunan andı. Çünkü Annan Planı referandumu hem açıkça hem de gizlice Rumların hayır demesi üzerine dizayn edilmiş eşsiz bir uluslararası operasyondu. Aradan geçen 20 yılın ardından bunu daha iyi anlayabiliyoruz.
Ama Crans Montana sürecinde işler çok daha karışık, çok daha bilinmez ve çok daha fazla aktör barındırıyordu. Sonuçta Kıbrıs sorunu uluslararası bir sorundu. Ve Kıbrıslı Türkler belki de Rauf Denktaş’tan sonra ilk kez bu kadar “aktör” olabildikleri bir sürecin içindeydiler. Elbette bu noktada Mustafa Akıncı’ya hakkını vermek lazımdır. Ama bu derece aktör olma hali Türkiye’nin hoşuna gidecek bir durum değildir.
Bakın size bu dediğimi güçlendirecek bir anımı anlatayım.
Crans Montana zirvesi sırasında her gece Türkiye ve KKTC heyetlerinin kaldığı oteller arasında mekik dokuyorduk. Bir gece Türkiye heyetinin kaldığı oteldeydik. Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu hemen her gece basınla sohbet ediyor, sürecin durumuna ilişkin bilgiler veriyordu. Çavuşoğlu, Mustafa Akıncı’dan bahsederken sadece tek bir cümle kullanırdı: “Akıncı.”
Sesi sert ve soğuktu.
Öte yandan o zaman da Dışişleri Bakanlığı koltuğunda oturan Tahsin Ertuğruloğlu’nun bahsi geçtiğinde ise sıcak ve candan bir şekilde şunu derdi: “Tahsin abi.”
Bana göre bu, Türkiye’nin duruma bakışını gösteren önemli bir göstergeydi, katılmayanlar olabilir.
Fakat gerçek şu ki, Kıbrıs sorunu uluslararası bir sorundur ve Türkiye’nin ulvi çıkarları, kendisiyle uyum içinde çalışacak bir Kıbrıslı Türk liderliğidir.
Dolayısıyla 7 Temmuz 2017 günü sabah saat 04.00’te basın toplantısı yapan Çavuşoğlu’nun “BM parametreleri çökmüştür” demesi, aslında “Akıncı’nın görevi bitmiştir” anlamına gelmekteydi. Ondan sonra yaşanan süreci hepimiz biliyoruz.
Hoş, denklemin genel durumuna bakarsanız, Kıbrıslı Türklerin değişmez ve mecburi ittifakı Türkiye’dir. Bu ittifak uyum içinde çalışmalıdır. Bunlar doğrudur.
Doğrudur da, Kıbrıslı Türklerin genel isteğiyle, Türkiye’nin resmi politikası çakıştığında ortaya çıkan sonuç 2020 seçimlerinde yaşanan durumdur.
Yani Türkiye’nin ulvi çıkarları, Kıbrıslı Türklerin ada üzerindeki varlığının öneminden daha yukarıdadır. Bu dediğim daha geçen hafta Ankara’da TEPAV’ın konferansına katılan Tahsin Ertuğruloğlu tarafından -değerli yazar abimiz Yusuf Kanlı’nın makalesine göre- şöyle ifade edilmiştir: “Stratejik ve ekonomik çıkarlar kadar politik açıdan da Kıbrıs Türkiye için son derece önemlidir. Adada tek bir Türk olmasa da Türkiye adayı terk edemez.”
Neden bunları anlatıyorum?
Çünkü Kıbrıslı Türklerin, Türkiye ile olan ilişkilerinin tarihi biraz da kolayca veya zor, harcanan Kıbrıslı Türk liderlerin tarihidir.
Bu durum Doktor Küçük-Denktaş, Denktaş-Talat, Talat-Eroğlu, Eroğlu-Akıncı, Akıncı-Tatar şeklinde giden süreçlerde defalarca tekrarlanmıştır. Kuşku yok ki zamanı ve yeri gelince Tatar da aynı akıbete uğrayacaktır. Zaten Denktaş sonrası iki dönem arka arkaya koltukta oturan da yoktur.
Neyse, uzatmamayım, makaleyi yazmamın sebebi ilk başta da vurguladığım talihsiz ve biraz da buruk 11 Şubat belgesinin yıl dönümü olmasıdır.
Şimdi dönüp baktığımda kaçan fırsatlara, yıkılan hayallere yanıyorum.
Ama yine de umudumu tam olarak kaybetmiş değilim. İçimde bir yerlerde duruyor.
Tek ihtiyacı olan biraz şefkat, biraz da heyecan…
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.