İsrail-Filistin savaşı: Cui bono?
Geçtiğimiz hafta İsrail ve akabinde Gazze’den gelen görüntüler yüreklerimizi dağladı. Gerek İsrail gerekse Gazze’de yüzlerce masum insanın özellikle de çocukların katledilmesi, sebebi ne olursa olsun asla kabul edilemez. Bunun hiçbir gerekçesi de olamaz.
Elbette İsrail’in uluslararası hukuka göre Filistin topraklarının %78’ini işgal ettiği doğrudur. Fakat Gazze’deki hâkim güç olan Hamas’ın bir festivali basarak sivilleri öldürmesi, işgal altındaki toprakları kendilerine geri getirmeyecektir. Bunun adı sadece vahşettir. En kötüsü de bu kanlı eylem Filistinlileri sadece zan altında bırakmış, uluslararası konjonktürün zaten aleyhine olduğu bu halkı haklıyken haksız konuma düşürmüştür veya en azından öyle bir algı oluşmuştur. Zira Batı başta olmak üzere birçok ülke İsrail ile dayanışma mesajı yayınlamış ve bu ülkenin kendini savunma hakkı olduğu defalarca vurgulayarak gereken her türlü desteğin verileceğini taahhüt etmiştir.
Diğer yandan özellikle de Netanyahu dönemlerinde zaten yayılmacı, gayriahlaki, kışkırtıcı ve düşmansı yaklaşımlarıyla bilinen İsrail; geçtiğimiz günlerde orantısız güç kullanarak Gazze’yi yerle bir etmeye yemin etmiş ve sivillerle kutsal mekanları da hedef almıştır. İsrail Savunma Bakanı’nın son açıklamasında, Gazze’de yaşayan tüm insanlar hakkında “İnsansı hayvanlar” olarak bahsetmesi ve onlarla uygun bir dilde konuşacaklarını ifade etmesi; aynı zamanda da Gazze’de elektrik ve suların kesilmesine yönelik talimat vermesi İsrail’in amacının sadece Hamas’ı yok etmek olmadığını, bilakis misilleme yaparak olabildiğince çok kan akıtmak isteği olduğunu ortaya koymaktadır. Böyle bir hareket yalnızca paramiliter gruplarda veya terör örgütlerinde bulunacağı için, bu devlet hakkında süregelen terör devleti tanımının ne kadar da isabetli olduğu bir kez daha açığa kavuşmuştur. Ancak bu yazılanlardan İsrail halkını muaf tutmak gerektiğinin de altını çizmek isterim.
Buraya kadar yazılanlar gözle görülen ve kamuoyunun da ayrıca tartıştığı resmi olan bölümdü. Fakat gazetecilikte ve modern siyaset bilimlerinde bir olay yaşanınca, o olayı daha iyi anlayabilmek için genellikle şu soru da sorulur: Cui bono? Yani, hadiseler kimin işine gelmektedir? Aşağıda sunulan sekiz soruyu yanıtlayan herkes, bu sorunun da cevabını kendince bulabilir diye düşünüyorum.
- İsrail Hamas’ın saldırısından önce niçin kutsallar üzerinden provokasyonlarını arttırdı ve bölgede bununla iltisaklı olarak ölümler arttı?
- Dünyanın en güçlü istihbaratlarından biri olan İsrailli Mossad’ın, böyle geniş çaplı ve iyi planlanmış bir saldırının olacağından haberdar olmaması ne kadar gerçekçidir?
- Mossad bu durumdan haberdar olmasa bile, saldırıdan önce bölgede faaliyet gösteren başka bir dış istihbarat, Netanyahu’ya bir uyarıda bulunmasına rağmen resmi makamlar niçin hiçbir hazırlıkta bulunmadı?
- Nasıl oldu da geçmişi ve bulunduğu coğrafi konumu itibariyle dünyanın en güvenli sınırlarına sahip olan İsrail, Hamas güçlerinin elini kolunu sallayarak hududunu geçmesine ve bir saldırı düzenlemesine engel olamadı?
- İsrail kolluk kuvvetleri sürekli teyakkuz halinde olmasına rağmen niçin düşmanına aniden müdahale edemedi veya etmedi?
- Hamas bu saldırıları gerçekleştirerek İsrail’in Gazze’ye tüm imkânlarıyla açıkça saldırmasını meşrulaştırdı mı meşrulaştırmadı mı?
- İsrail, Gazze’yi yerle bir ettikten sonra orayı (Batı Şeria’daki) Filistinlilere teslim edecek mi etmeyecek mi?
- Peki burayı Filistinlilere teslim etmeyecek olması halinde, Gazze imara açılarak İsrail tarafından resmen ilhak edilecek mi edilmeyecek mi?
Bu soruları samimi olarak yanıtlayan herkes inanıyorum ki tabloyu tüm çıplaklığıyla görecektir. Şunu da son olarak belirtmek isterim ki bu hafta kimi köşe yazarı İsrail-Filistin savaşını değerlendirirken haddini aşarak Araplara veya İsraillilere tarihi nedenlerle ya da yaşam tarzları gereği sempatizanlık veya hasmane tutum sergilemiştir. Meseleye insani açıdan yaklaşmayan kim varsa, biliniz ki savaşa sebep olan tüm ulusal ve uluslararası taraflarla aynı dünya bakış açısına sahiptir. Çünkü bu bakış açısı bu savaşa veya durumun yarım asır sonra buralara gelmesine neden olan ana unsurudur. Buradan eğer bir değerlendirme veya ders çıkarılacaksa o da garantörsüz veya ana vatansız olmanın nelere yol açabileceğini görmemiz olacaktır.
*****
“Bundan yıllar önce bir İslam Konferansı’nda buluştuğumuzda, Yaser Arafat ‘Denktaş Bey, sen bana BM’de söz hakkı verilmesini kıskanıyorsun. Şunu unutuyorsun, benim gömülecek toprağım henüz yok. Senin bir Türkiye’n var, devletin var. Benim bir Türkiye’m olmuş olsaydı, şimdi bu çektiklerimi çekmezdim’ demişti. Arafat, o zaman sürgündeydi. ‘Gömülecek toprağım yok’ sözü bana çok dokundu. Biz Kıbrıs’ta eğer aklımızı başımıza almaz; devletimizden, egemenliğimizden vazgeçersek zannedersem bizim de gömülecek toprağımız olmayacaktır. Rumlar en başta ‘Doktor Küçük’ün gömüldüğü tepe Rum malıdır, hadi bunu buradan sökün’ diye başlayacaktır. ‘Şehitlikler Rumların tarlasına gömülmüştür, çıkarın bunları’ diye başlayacaktır. Onun için Arafat’ın sözünü ben hiç unutmuyorum.”
Yorumlar
Dikkat!
Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.